
48 yaşında bir kadın hayal edin. Mutsuzluktan gözünün feri kaçmış, omuzları başkalarının benliğine yaptığı saygısızlıklarla çökmüş, yaşadığının bile farkında olmayacak kadar yorgun. Ömrünü neden sorusunun yanıtına cevap veremediği bir hayata, bir eşe kendini mahkûm etmiş ve tüm bunları sorgulamayı çoktan unutmuş. Toplumun kendisini koyduğunu sandığı bir hapishanede yatmış. Öyle uzun süre yatmış ki; dışarıdaki hayata yabancılaşmış. İki evladı bile akıl almaz bencillikleriyle onu acıyla sarsarken gözyaşlarını içine akıtmış yıllarca. Ve bu benim kaderim deyip, kendine acımaya başlamış.
Psikolog bir arkadaşım “Biz, kendimize acımayı severiz. Yaşadığımız hayatı değiştirmek işte bu yüzden zordur. Bir diyete başlarız mesela” dedi. “Önümüze nefis bir dilim pasta gelince kendimize acır ve kendine niye eziyet ediyorsun ki der ve diyetten vazgeçeriz.” Bu cümle beni çok düşündürmüştü. Gerçekten de zamanla kendimize yarattığımız konfor alanlarında kendimize saygımızı da yavaş yavaş yitirmeye başlamıyor muyuz? Ne zaman ki bu acımanın bizi soktuğu girdabı fark ediyoruz işte o zaman bir anda silkelenip yaşamımızı baştan sona değiştiriyoruz. O silkelenme anı da hayatımızın dönüm noktası oluyor.
Bu hikâyenin başrolündeki kadına da tam olarak bu oldu. Uzaktan akrabayız biz Selma ile. Çok sık görüşemesek de çocukluğumuzdan kalan anılarımızın temelleri güçlü ve sevgi doludur. Bu bağ aramızda samimi ve içten bir iletişimi sağladı her zaman. Onu çok severim. Onunla en son konuşmamızda evde her zaman süregelen problemlerden bahsedip ağlamaya başladı. Eşinin sevgisizlik ve bencillikleri, 25’li yaşlarına merdiven dayamış çocuklarının aralarındaki kavgalarını vb… Bozuk bir plak gibi sürekli yaşadıklarından şikâyet eden ve kendine acıyarak bunu kader olarak nitelendiren bu kadına inanamıyordum. İlk defa ona döndüm ve şöyle dedim: “Yeter! Lütfen artık kendine acımayı bırak!” Şaşkınlıktan ağlamayı kesti ve sustu. “Her seferinde aynı şeyleri yapıp, farklı sonuçlar beklemek deliliktir” demiş Einstein. Sen deli misin?” Gülmeye başladı. “Değilim tabi” dedi. “O halde öyleymişsin gibi davranma. Sen genç, sağlıklı, azimli ve istediğini elde edebilecek güçte bir kadınsın. Yaşadığın bu hayat senin izin verdiğin bir hayat ama kaderin değil. Çık sokağa ve kendine bir iş ara. Yapabileceğin onlarca iş var. Kendi ekmeğini kazan ve ayaklarının üzerinde dur. Ve onlara senin aslında kim olduğunu göster! Ve kendine şunu sor: Aslında ne istiyorum? Ancak doğru soruları sorduğumuzda doğru yanıtlar gelir.” Ben bu cümleleri artarda sıralarken beni derin bir sessizlikle dinliyordu. “Haklısın” dedi. “Bir daha da beni bu öğrenilmiş çaresizliklerle dolu ağlamaların için arama lütfen” dedim. “Çünkü sen düşündüğünden daha fazlasısın.” Sert ve net bir konuşma yaptığımın farkındaydım. Ancak onu seven birinin onu silkelemesi gerekiyordu.
Bu konuşmanın ardından 3 hafta geçti. Bayramlaşmak için aradığımda beni son derece enerjik, özgüvenli bir kadın yanıtladı. “Başak ben de seni arayacaktım” dedi. “Eşimden boşanıyorum. Bir iş buldum ve evimdeki kiracıya çıkmasını ve bizim 1 ay içinde kendi evimize taşınacağımızı söyledim. “Bu sefer şaşkına dönen bendim. Soluksuz dinledim onu. “Çocuklara da söyledim. Bundan sonra huzurumu bozan hiç kimseyi yanımda istemiyorum. Bana saygısız davrandıkları anda benimle kalamayacaklarını da… Kendimi kuş kadar hafif ve özgür hissediyorum”. Şoktaydım. “Peki bu denli radikal kararları bir anda nasıl aldın diye sordum? “Senin sayende” dedi. “Seninle yaptığımız konuşmadan sonra bir hafta boyunca çok düşündüm. Ve gerçekten kendime acımayı tercih ettiğimi fark ettim” dedi. “Dost acı söyler. Senin gibi bir dostum olduğu için çok şanslıyım. Ona bana en güzel bayram hediyesini sen verdin derken yaşadığım mutluluğu anlatamam. Bir evliliğin bitmesi mutlakki üzücü bir şey. Ancak bu evlilik artık karşılıklı olarak mutsuzluk kaynağı haline gelmişse gitme vakti de gelmiştir.
“Peki eşin nasıl razı oldu, o ne dedi? ” diye sordum. O “Ben seni seviyorum, ayırılmayacağım “dedi. “Hâkimin karşısında da bunu söyleyeceğim.” Ben de “27 yıl boyunca bana bir gün söylemediğin ya da göstermediğin sevgiyi mi?” demiş. “O halde ona yalan söyleyeceksin.” Eşi “Ben değişeceğim, sana çok iyi davranacağım artık” diye yalvarmaya başladığında ise ona şöyle yanıt vermiş:
“Keşkeler sana iyikiler bana kalsın. Ben gidiyorum.”
Bu hikâye, bana hayatımızın aslında başrolde olduğumuz bir macera, bir gelişim serüveni olduğunu sağlığımız yerinde olduğu sürece hiçbir zaman, hiçbir şey için geç olmadığını bir kez daha gösterdi. Ve bu hikâyede küçücük bir rol da bana verildiği için mutlu oldum.
Keşke demeyeceğimiz bir hayat dileğimle…
Sevgilerimle
Başak Tecer